13 Ağustos 2009 Perşembe

Aşka ve Kadınlara Dair*

Fuzûli'den bir beyitle giriş yapmak isterim yazıma. Ne müthiş bir olgunluk bunu yazabilmek: "Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kil u kâl imiş ancak".** İnsanlık tarihi boyunca cevabı bulunamamış şu aşk neyin nesi acaba? Tuna Kiremitçi’nin dediği gibi "neyin kısaltması"? Ama aslına bakarsanız, kısaltma olmasından daha mantıklı aşkın bir uzatma olması. Çünkü aşk, herhangi bir şeyin kısaltması olabilecek kadar küçük değil. Yani aşkı ifade eden daha kapsamlı bir kavram yok dünya üzerinde konuşulan herhangi bir dilde. Bu yüzden kısaltma değil uzatma olabilir ancak aşk. Ancak tümevarım yöntemiyle aşka ulaşılabilir, tümdengelim yöntemiyle değil. Aşk ancak bir şeylerin vardığı sonuç, erişmek istediği amaç, nihai nokta olabilir. İşte bu 'bir şeyler'i Ahmet İnam hocamızın "gönül" dediği girift kavram içerisinde bulabiliriz. Kendi dünyamız, hayatımız, aklımız, kalbimiz gibi bizi oluşturan her şeyin bir bileşimi bu "gönül". İşte bu "gönül"ü ve onu oluşturan kavramların her birini uzatınca, dallandırıp budaklandırınca aşka varıyoruz. Mevlâna'nın şu sözü de ne kadar yerinde durmaktadır burada: "Aşkın yüzlerce neşteri, ruhun damarlarına sokuldu ve oradan gönül adı verilen bir damla aldı". Bu aşk, Mecnun'un Leyla'ya olan aşkı şeklinde olabileceği gibi, ebeveynin evlâda olan aşkı da olabilir, Mevlâna'nın Şems-i Tebrizi'ye olan aşkı da olabilir, Atatürk'ün Türk Milletine olan aşkı da olabilir, günümüz insanının gösterişe, paraya olan aşkı da ne yapabilir? Ola...bilir. Yani aşktan kastımız mutlaka karşı cinsle kurulan gönül ilişkisi değil, hele hele günümüzde ele ayağa düşürülmüş olan tabiri caizse 'magazin aşk' kavramı hiç değil.

Diğer aşk türlerini bir kenara bırakıp bir kıza âşık olmak olarak ele alırsak bile, aşk yine de ulviliğini yitirmiş sayılamaz. Çünkü aşkta önemli olan hedef değil, hedefe kendini ne derece adadığındır. Bu doğrultuda, bu tür aşkın temelinde yalnızca cinselliğin, insanın üreme içgüdüsünün bulunması konusunda -kadınların ikinci sınıf yaratıklar olması konusunda olduğu gibi- Schopenhauer'a katılmıyorum. Ancak, özellikle kadınlar konusunda, haklı olduğu taraflar da yok değil hani. Nietzsche'ye (Konfüçyüs olduğu iddiaları da var) haklı olarak -aynı zamanda büyük paradokslardan biri de olarak- "bu da dahil bütün genellemeler yanlıştır" dedirten nedenden ötürü daima diyemem ama birçok kere, kızlar için "gönül" kavramının içinden aklı, mantığı asgari düzeye indirmemiz gerekebilir. Bunun biyolojik bir temeli var mı yok mu bilmiyorum henüz, ancak büyük olasılıkla sosyolojik, küçük olasılıkla psikolojik olan bir temeli var sanırım. Çünkü daha önce bunu söyleyen insanlara "hadi len!" derdim ama şimdi ben de bu yönde düşünüyorum.

Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Mesela, kendileri hakkında "benden daha iyisini mi bulacak" diye bahsederken, benden daha iyisini bulabiliyorlar :) Birine karşı hissettikleri çok çabuk değişebilir. Yani bir gün birinden etkilenirken, 1-2 hafta sonra başka birinden etkilenebilirler veya en ufak, alakasız bir nedenle vazgeçebilirler. Diyeceksiniz ki bunun akılla, mantıkla ne alakası var. Birine karşı bir şeyler hissetmek tamam akılla ilgisiz bir şey. Ama birine karşı o hisse kapıldıktan sonra, en azından bir süre, o artık düşüncelerine de girmeye başlar. Böylece iş sadece duygu, etkilenme, daha doğrusu dürtü olmaktan çıkar. Hayaller kurmaya başlarsın, boş zamanlarında (sonradan dolu zamanlarında da) onu düşünürsün, onun resimlerine bakarsın falan. Şimdi, bunun belli bir süresi yoktur tabii ki ama birine karşı bir şeyler hissetmeye başladıktan kısa süre sonra -üstelik hiçbir şey olmamış ve hiçbir neden yokken, hatta bazen erkek onu daha da etkilemeye çalışırken- aynı şeyleri başkasına hissetmenin açıklaması olarak, dürtülerine hakim olamamaktan başka bir şey gelmiyor aklıma (abazalığı konum dahiline almıyorum:)). Veya bir insan tam kafana göredir, birlikte olursanız çok iyi anlaşacağınızı düşünüyorsundur mesela, bu durumda hoşuna gitmeyen (ve tabii ilişki için hayati önem arz etmeyen) taraflarını aklın sayesinde görmezden gelirsin. Bunları sürekli gündeme getirip huzursuzluk yaratmak yine dürtüsel davranış şekliyle ilişkilendirilebilir. Bu da aklın asgari düzeyde kullanıldığının bir göstergesidir kanımca. Bu örnek davranışları çoğunlukla kızların yaptığını söylersem kimse bunun yanlış olduğunu iddia etmez sanırım. "Kaçan kovalanır ilkesi", "4s kuralı" gibi erkek muhabbetleri de bunu doğrular. Mesela bu muhabbetlerde sorulabilecek (sorulan) "bir kızın her dediğine evet diyen bir insan niye sevilmez ki", "kızı kendime çekmek için niye kaçmak durumunda olayım" gibi sorular mantıklıdır ama cevapları mantık çerçevesi dahilinde olmayıp kızların dürtülerinde eriyip gitmektedir.

Şunu sorabilirsiniz: İnsan da bir canlı olduğuna göre dürtüleri vardır ve onlara göre hareket etmesi doğal değil midir? İnsanın içinden geldiği gibi hareket etmesinin neresi yanlıştır? Doğru ama, eğer başka insanlara, hatta canlılara, hatta hatta varlıklara zarar verecekse dürtülerin, onu aklınla idare edeceksin. Bu pragmatist bir yaklaşım olarak kabul edilip reddedilebilir. Ancak var oluşumuzun en akılcı ve ulvi nedeninin sevmek olduğu düşünüldüğü zaman, pragmatizmin, yani Türkçesi yararcılığın, insanlık için temel oluşturması gerektiği de fark edilecektir. Asırlar öncesinden bunu görüp ne muhteşem bir dize söylemiş Yunus Emre: Yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü. Bu demek oluyor ki, biz kainattaki bütün varlıkları sevmekle mükellefiz. İnsan olmanın temeli işte burda yatmaktadır. Aşk dışında her neden, insanı yaşama tutundurmak için köklü ve haklı bir gerekçe olmaktan uzaktır. Seversek yaşayabilir, seversek hayattan tat alabilir, seversek vadedilen cennete erişebilir, seversek neden yaratıldığımızı kavrayabilir, en önemlisi seversek insan olduğumuzu hissedebiliriz. Bu sevgi çerçevesinde de bütün varlıkları severek, hekimliğin "primum non nocere (önce zarar verme)" ilkesinin kapsamını da elimizden geldiğince genişletmemiz yerinde olacaktır. Bu bağlamda, eğer aklımızla idare edebileceğimiz dürtülerimiz ve duygularımız, hiçbir suçu olmayan (kimseye bir zarar vermemiş) bir masuma zarar veriyorsa, insanlık adına bir suç işlemiş addedilmeliyiz. Yani bir gün biriyle yakınlaşırken, hiçbir nedensiz başka birine meyleden bir kız da -elemanın duygularıyla oynadığı için- dünyaya hâkim olma dürtüsü doğrultusunda insanlığı katleden Yahudiler kadar olmasa da insanlık suçlusudur.

Aşkın da, insanoğlunun var oluşuyla birlikte evrenin en büyük sırrı oluşu tesadüf müdür? Bence değildir. İnsanoğlunu doğduğundan beri meşgul etmiş olan bu iki büyük sırrın birbiriyle ilişkisiz olması olasılığı çok düşük. Çünkü cevapları birbirlerinde yattığı için böyle sırrolmaya devam edecekler gibi görünüyor. İnsanoğlunun var oluş nedeni aşk olduğu gibi, aşkın da kaynağı insana dayanır. Yenişehirli Avni'nin şu beyiti de bu konudan bahsederken değinmeden geçemeyeceğim kadar harikulâde bir şaheserdir: "Sanman taleb-i devlet u câh etmeye geldik / Biz âleme bir yar için âh etmeye geldik".*** İnsan olmasaydı aşk olmayacaktı, aşk olmasaydı da insan, insanlığının içini dolduramaz, bir hayvan gibi, bir bitki gibi yaşardı. Yine Mevlâna der ki: “Sevgi ve merhamet insanlığın, hiddet ve şehvetse hayvanlığın vasıflarıdır”. Peki o şekilde yaşayan insan yok mu? Olmaz olur mu, sürüyle. Zaten insanların çoğu sevmenin farkında olsalardı, insanlık sürekli savaşlarla, mücadelelerle, çıkar çatışmalarıyla uğraşmazdı. Bir sosyal mesajla yazımı noktalayayım dedim :) Bir faydası olmayacak belki ama yine de daha yazacak çok şey var. Ne demiş büyük üstad Fuzûli: "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil"

*yazımın başlığı özgün olmayıp, Arthur Schopenhauer'in biri kadınlar, diğeri aşkla ilgili iki makalesinin Türkçe çevirisinin yer aldığı kitabın ismidir
**dünyada ne varsa hepsi aşk imiş. ilim kuru bir laftan ibaretmiş ancak.
***makam ve kudret hevesiyle dünyaya bunlar için geldiğimizi zannetmeyin. buraya bir sevgilinin derdini çekmeye geldik.

19 Mayıs 2009 Salı

Aşkın Gökkuşağı

Sürekli takıldığım kafelerden birinde oturmuş yemek beklerken yine aşk ve şiir üzerine düşünceler içerisindeydim. Karşımdaki eski moda takvim 20 Ocak 2009 tarihini işaret etmekteydi. Daha önce aklıma gelmiş olan 2 dizelik bir beyiti dörtlük hâline getirmeyi başarmıştım. Dörtlüğün ilk kelimesi "beyaz"dı ve bunu fark edince şiirimin konseptini renkler üzerine temellendirmek istedim.

Renkler denince de akla gelen ilk şeylerden biri tabii ki gökkuşağıdır. O anda renklerin hepsini sayamadım kendime ve akşam internetten gökkuşağının renklerine baktım. İnternet ansiklopedisi Vikipedi'de şu şekilde sıralanıyordu renkler: Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, turkuaz, mavi ve mor. Diğer bazı sitelere de baktım turkuaz yerine birçoğu laciverti sayıyordu. Ama turkuaz benim daha çok işime geldi ve Vikipedi de kaynak olarak gösterilebilecek bir yerdi. Ondan sonra her kıtada gökkuşağının renklerini işleyen bir şiir yazdım. Şiirin adı doğal olarak "aşkın gökkuşağı" olacaktı ama gökkuşağının eski dildeki karşılığı olan alaimisema kelimesini tercih ettim.

ALAİMİSEMA-İ AŞK

Bembeyaz karlarla örtülmüş garîp şehirde
Eriyor bütün benliğim sensizlikten heyhat
Ve bu eriyiğin aktığı coşkun nehirde
Süzülüyor bir kar tanesi gibi hatırat

Rengi neydi bilmem hiç görmedim gözlerini
Ne fark eder ki bir bakışın yakmışken beni
Bir kırmızı gül için ağlar ya bülbül hani
Ondan bin beterdir gönlümün ettiği feryat

Senin için yaşadım ömrümü ah nazenin
Güneşin en turuncu hâlince yakar tenin
Dokunursam büyüsü bozulur ellerinin
Efsun-u aşkını bozmaya değmez bu hayat

Güzel söz duymasa da gönlümün kulakları
Sevdim bana can üfleyen zarif dudakları
Hayat ağacımın düşen sarı yaprakları
Örter üstünü sen kalbimde endişesiz yat

Yeşil bir cennet vadediyor adeta kokun
O ki senin ciğerimi delip geçen okun
Sen yalnız seni kokla, seni gör, sana dokun
Ki incitemesin seni hiçbir dünyevî tat

Denizin bittiği turkuaz ufuklar gibi
Nihayeti olmayan aşkın sensin sahibi
Eğer yerim olacaksa cehennemin dibi
Yanma diye her hücreme dilerim şefaat

Saçların bir ırmak gibi gönlüme döküldü
Ve yedi katlı mavi gök ip gibi söküldü
Senden ördüğüm aşkta bu yalnız bir püsküldü
Gök yerine seninle dolsun diye kainat

Derinden özümü yakarken içimdeki kor
Bedenim kanı çekilmiş gibi soğuk ve mor
Aşkının yükünü taşımak ölümden de zor
Kalmadı bende ölmemek isteyecek takat

Simsiyah gölgen bile ilâhî güzellikte
Tanrı kendine şaşmıştır, ne yaman bir sanat
Son bir nefesle aşılacak en son eşikte
Yeniden başlayacak gönlümdeki saltanat

Son dörtlükte Hüseyin Nihal Atsız'ın Geri Gelen Mektup adlı şiirinde geçen "Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur" dizesinden esinlenerek Tanrı'yı kullanmış olsam da, bu şiirde de İskender Pala üstadın etkileri açıkça görülüyor. Mesela turuncu kıtanın son iki dizesi. Yani öyle bir aşk ki bu, sevgilinin güzelliğini bozmak korkusuyla dokunmaya kıyılamıyor. Benzer anlam yeşil kıtanın son iki dizesinde de var. Bu dünyayla ilgili hiçbir şeyin sevgiliye lâyık olamayacağı da vurgulanmış.

Bu arada son dize ilk yazdığımda "Seni göreceğim ve arkanda bir çift kanat" şeklindeydi ama birkaç arkadaşımdan o dizeyle ilgili olumsuz eleştiri alınca değiştirdim. Hem şekil hem anlam olarak ben de yeni hâlini daha güzel buldum şahsen.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Şiirsel bir söz sanatı

İstanbul'daki Salvador Dali ziyareti ve ziyafetiyle ve de dostlarımla hasret gidermekle vakit geçirdikten sonra, 18 Ocak 2009 gecesi 00:00 saatinde kalkan İstanbul-Ankara otobüsündeydim. Elimde yine Kitâb-ı Aşk ve beynim yine hayaller üretip üzerine aşk etiketini basan bir fabrika. İnsan, otobüs yolculuklarında olduğu gibi, bir şeyler yapmaya imkan bulamadığı zaman daha çok düşünüyor, dolayısıyla daha yaratıcı olabiliyor. Orda aklıma "aşk" kelimesini akrostiş olarak kullanarak aşkı anlatan bir şiir yazma fikri geldi. Birkaç şey karaladım. Cık, beğenmedim. Sonra 3 dize olması hoşuma gitmedi kafiye açısından, çift sayı olsun diye "aşık" kelimesini kullanayım bari dedim ve yazdım.

DİVANVARİ AKROSTİŞ

Ateş-i hicranın içimi kavurmaz sanma
Şem'ane yakar sana aşıkları ol ateş
Irak olmazdı gözlerine gözlerim amma
Kör etmese hicâb-ı didardan dahi güneş

Bu dörtlükle birlikte artık İskender Pala'nın kitabının ne kadar etkisinde kaldığım gün ışığına çıkmış oldu sanırım. Yalnız son dizesinde otobüsten indikten sonra bir Osmanlıca sözlükten yardım aldığımı itiraf etsem umarım ki şiirin değeri azalmaz. Yardım aldım çünkü ordaki amacım tevriye yapmak, yani bir sözle farklı anlamlar kast etmekti.

Aslında insanın ne aldığı önemli şiirden tabii ki ama hem kullandığım dil ağır olduğu için, hem de insanlar söz sanatlarını çok bilmedikleri için, şimdiye kadar çoğu insan anlamadı son dizedeki tevriyeyi. Ben de boşa gitmesin diye anlamalarını istiyorum ve genelikle anlatıyorum. Tevriyeyi açıklamadan önce kelimelerin anlamlarını yazayım da belki ben anlatmadan anlamak isteyenler olur :) (Şem mum demek bu arada, şem'ane de mum gibi)
Hicâb: 1- perde; 2- utanma,ar; 3- engel
Didar: 1- yüz, güzel yüz, sevgilinin yüzü; 2- görüşme, buluşma

İlk kast ettiğim anlamda hicâb perde, didar da sevgilinin yüzü anlamında kullanıldı. Yani şu demek, sevgilinin yüzü bir güneş ve öyle bir güneş ki yüzünün perdesinden bile kör edecek kadar güçlü ve şiddetli bir nur saçıyor.
İkinci anlamı ise biraz benim kendi kişiliğimle yani çekingenliğimle ama daha çok İskender Pala'nın kitabında geçen, çoğu kez sevgiliyle kavuşma anının bir türlü gelmediği, hatta fırsatı olsa bile aşığın sevdiğiyle karşılaşmaya cesaret edemediği durumlarla alakalı. Bu sefer hicâb utanma, didar ise görüşme, buluşma anlamında kullanıldı. Yani şöyle ki, seninle görüşmek benim için erişilmez bir güneş ve zaten bu görüşmenin, buluşmanın utancından kör olurum ben göremem bile seni.

İşte aşk ve şiir birleşince öyle güzel bir sanat çıkıyor ki ortaya, nasıl anlamak istersen öyle anla ama yine de çok şey ifade ediyor. Kim bilir belki kimler ne anlamlar çıkaracak bu dörtlüğü okurken. Zaten güzelliği de orda aşkın. İnsanın, hatta evrenin en büyük sırrı olmasının altında yatan da bu.

Yandım evet gözlerine yandım

16 Ocak 2009'u bir sonraki güne bağlayan geceydi. Ankara-İstanbul arası 23.30 otobüsünde, bir yandan gideceğim Salvador Dali sergisine ve arkadaşlarımı nasıl ikna edebileceğime dair düşünüyor, bir yandan da Kitâb-ı Aşk'ı okuyordum. Okuduğum kitapla birlikte, aşkla ilgili düşüncelerim de iyice ayyuka çıkmıştı. Kitaptaki divan şiirlerini görünce, anlayınca, adeta artık benim de aşk şiiri yazma zamanım geldiği kanısına kapıldım ve tam bu sırada defterime bir cümle karaladım yarı bilerek, yarı gayriihtiyari: "Yandım evet gözlerine yandım". Sonra bu cümleye baktım uzun uzun, o gözler kimindi, gerçekten beni yakmış mıydı, hangi gözler beni yakabilirdi, aşk gerçekten var mıydı gibi birçok sorgu sual beynimin içinde hızla hareket etmeye başladı. Ve nihayet, bu cümle üzerinden bir şiir yazmaya karar verdim. Çok kullanılan 7'li, 8'li, 14'lü gibi hece ölçülerinin örneklerini çok okumuştum ama bu cümle 10 heceydi. Olsun dedim ve başladım yazmaya, gerçekten de 10'lu gibi değişik bir hece ölçüsüyle şiir yazmak kolay değilmiş. Yine de yaklaşık 2 saat içerisinde 8 kıtadan oluşan ilk aşk şiirimi tamamlamıştım.

GÖZLERİNE YANDIM

Yandım evet gözlerine yandım
Yetmedi söndürmeye gözyaşım
Anlatsın sana musalla taşım
Sussun eşim dostum arkadaşım
Yalnız senin sözlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Aşkın yokluğundan dem vururken
Sen ateşi yaktın ben kururken
Gamzen cayır cayır kavururken
Yüreğimin közlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Yangın sokuluverdi kanıma
Çığlıklar ekledi figanıma
Seni alıp da şöyle yanıma
Yatmadığım dizlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Bu yangınla birlikte seyyahım
Kalmadı ne sevap ne günahım
Son varlığım beyazla siyahım
Renksiz dahi özlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Damarımda dolaşıyor zehrin
İlaç olamaz artık aşk nehrin
Sensiz kahrımı çeken bu şehrin
Yaprak döken güzlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Gönlüm artık dilemiyor aman
Yandı her yanım kalmadı derman
Aşk meydanına indiğim zaman
Zırhına ve gürzlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Sarmasa da boynumu kolların
Etkisi olmadı boş yılların
Sonu sen olan bütün yolların
Hem eğri hem düzlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
İşte bu her şeyi başlatan laf
Yüreğim beynimden diliyor af
Geç kalmış olsa da bu itiraf
Yandım evet gözlerine yandım

Bu şiirde ve sonraki aşk şiirlerimde de, böylesine büyük, ölesiye, kendini hiçe sayarcasına bir aşkı anlatmam büyük ölçüde Kitâb-ı Aşk'ın etkisi altında kalmamdan kaynaklanıyor. Şiirimin bazı yerlerinde de, bir şair olarak, Nurullah Genç'in etkisi sezilebilir.

Bu şiirleri yazmaya başladıktan sonra anladım ki, insan hissetmese de yazabilirmiş bunları. Ancak hissetmek istemesi gerekir mi gerekmez mi onu bilemem. Çünkü onu bilmek için hiçbir şey hissetmek istemeden yazmayı denemek gerekir. Ben şahsen böylesi bir aşkı yaşamak istiyorum ve sanırım yaşamak istemeseydim yazamazdım.

Merhaba, ben şiir!

Şiirlerimi yazmaya başlamadan önce kısaca şiir tarihçeme değinmek istiyorum.

Şiirle ilk tanışıklığım ilkokul çağlarıma rastlar. Hem okuma hem de yazma anlamında. İlkokulda başlamışım şiir yazmaya anlayacağınız. Eve son gittiğimde şiir defterimi okudum da uzun zaman sonra... Şimdi okuduğum zaman çok komik gelenleri var tabi ama yazabilmek bile iyi bir şey diye düşünüyorum.

O dönemki şiirlerimin temalarını ise "belirli gün ve haftalar" oluşturmakta doğal olarak. Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı, yerli malı haftası, anneler günü, öğretmenler günü... Ama öğretmenler günüyle ilgili yazdığım şiir harbiden güzelmiş, hatta ilkokul 1. sınıfa giden kardeşim öğretmenler gününde onu okumuş. Gururlanıyor tabi insan ister istemez.

Daha sonra şiirlerimin konusu Türk tarihine doğru kaymaya başlamış. Hatta o çocuk beynimle Türk tarihini başından itibaren şiir hâlinde yazmaya bile kalkışmışım. En son Attilâ'da mı, Göktürkler'de mi ne kalmışım. Kurtuluş Savaşı'nı anlatan bir şiir yazmışım.

Arada birkaç tane millî duygularımın doruğa çıktığı zamanlarda yazdığım şiirler var. Biri Çukurova'dan Tekirdağ'a giden bir askerin mektubu olarak tasarlanmış. Bak sen... Bir tanesini de babam zamanında bir dergide yayınlatmıştı çok beğenip.

Bu arada şimdiki şiirlerime yapısal olarak acayip benzeyen bir şiirim var. İlk kıtada da genel bir giriş yaptıktan sonra her kıtada bir bölgemizi anlatan, 8 kıtalık "Anavatanımız" şiiri. Demek o zamanlardan belliymiş temalı şiir yazma meraklısı olduğum.

Yalnız bir tane dinozorlarla ilgili bir şiirim var ki sormayın gitsin. Zaten hep isimleri benziyor ya, dayamışım mısra sonlarına al sana kafiye :) Okurken yarıldım kendime, sonra babama da okudum. Babamın dediğine göre yazdığım zaman gülmüşler, kızmışım ben de onlara :)

Ancak ilk aşk şiirimi bu yıl yazdım. Kitâb-ı Aşk'ı okuduktan sonra... Hayatım boyunca beni en çok etkileyen kitaplardan biri oldu bu kitap. Zaten aşk şiirlerimi okuyan ve kitabı daha önceden okumuş olan birinin ne kadar etkilendiğimi anlaması zor değil. Ayrıca şunu da anladım ki böyle şiirler yazmak için ille de âşık olmak, o duyguları hissetmek gerekmiyormuş.

Son yazdıklarım başta olmak üzere yazdığım şiirleri de siteme ekleyeceğim fırsat buldukça.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

"Nâr-ı Hikmet"in hikmet-i nârı

"Blog" değil de "not defteri" diyebiliriz bu şeye. Hatta "akıl defteri" de olabilir. Önemli olan Türkçe olarak ifade edecek bir harf dizisinin bulunması.

Peki adı neden Nâr-ı Hikmet?

Osmanlıca tamlama kurallarıyla yapılmış ve her kelimesi birçok değişik anlama gelen bir isim koymak istedim ve hemen ilk olarak bulduğum bu oldu da ondan.

Önce sözlük anlamlarını inceleyelim kelimelerin.

Nâr (bunun içine günümüz yazılışı ile Nar ve Osmanlıca'daki farklı bir yazılışı ile Na'r da dahil) Osmanlıca sözlükte şu anlamlara gelmektedir: Ateş. Cehennem. * Bir ağaç ve meyvesinin adı. * Allahın gazabı. * Yakıcı, azab verici her şey. Şer. Dalâlet. Sefâhet. * Çağırmak. * Haykırmak. * Burun içinden çıkan ses. * Gitmek. * Firar, kaçmak. * Galeyan.

Hikmetin ise anlamları şöyle: İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. * Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye. * Ahlâka ve hakikata faydalı kısa söz. Öğüt verici söz. * Sır. * Bilinmeyen nokta. İlim, adâlet ve hilmin birleşmesinden doğan değerli sıfat. * Kuvve-i akliyenin vasat mertebesidir. Hakkı hak bilip imtisal etmek, batılı batıl bilip içtinab etmektir. * Allah'a itaat, fıkıh ve sâlih amel. * Akıl, söz ve hareketteki uygunluk. * Hak emre uymak. * Allah'ın yarattıklarında tefekkür. * Fizik. * Felsefe.

Şimdi bu anlamların üzerine biraz kafa yorarak , neden Nâr-ı Hikmet sorusunu yineleyelim.

Ne olabilir Nâr-ı Hikmet?

- Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gayenin ateşi. Yani Allah'ın bizi bu dünyaya niye gönderdiği sorusuna cevap aramanın kıvrandırıcı süreci.

- Akıl, söz ve hareketteki uygunluğun ateşi. Yani "özü sözü bir" bir insan olmanın, düşündüğünü icra edebilmenin, gerektiği yerde gerektiği kadarıyla konuşabilmenin zorluğu.

- Hak emre uymanın ateşi. Yani Allah'ın dünyaya uyalım diye gönderdiği buyrukları yerine getirmenin zorluğu. Veya Allah'ın verdiği emirlere uymayanın uğrayacağı gazab.

- Sâlih amelin ateşi. Sâlih amel işlemenin zorluğu şeklinde yorumlayacaksak, buna benzer bir anlamı yukarıda işlemiştim zaten. Ancak farklı olarak, belki de sâlih amel işlemenin de ateşte yanmaktan kurtulmak anlamına gelmediği çıkarımını yapabiliriz buradan.

- Tefekkürün ateşi. Düşünmenin aslında ne kadar çetrefilli bir eylem olduğu. Veya düşünmenin yanmaya neden olan, yani yapılmaması gereken bir şey olduğu (ki buna kesinlikle katılmam mümkün değil ancak insanları kullanmak için buna alıştırdılar yüzyıllardır). Veya düşünmenin yakıcı, acı veren bir şey olduğu. Veya düşünmenin insanın yaşamını aydınlatan, ona yön veren bir ışık kaynağı olduğu.

- Sırrın ateşi. Yaratılmışların en büyük sırrı olan Yaradan'ın veya "aşk"ın ulaşılmazlığı; lambanın, etrafına üşüşen pervanelere yaptığı gibi can yakmasına karşın kendine çekmesi ve ulaşmak isteyenleri içinde eritmesi.

- Öğüt verici sözün ateşi. "Hikmet" denebilecek öğüt verici söz, yani muhteşem bir vecize söyleyebilmek için gerekli olan pişmeyi, olgunlaşmayı sağlayacak olan ateş; hayatın çemberi.

- Fiziğin ateşi. Bildiğimiz fiziksel anlamda ateş. Veya fiziğin doğa yasalarını anlamaya yönelik bir bilim olmasından yola çıkarak, doğa yasalarını anlamanın güçlüğü; doğada ne kadar karmaşık ve bir o kadar da kusursuz bir yapılanmanın olduğu, hatta böyle bir düzenlemenin bir "Yaratıcı Güç" olmadan olup olamayacağı sorusu.

- Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gayenin kaçışı. Yani insanın bu dünyaya gelişindeki derin anlamları kavrayamaması, esas amacı yakalayamayıp kaçırması.

- Akıl, söz ve hareketteki uygunluğun kaçışı. Yani bir insanın dedikleriyle yaptıklarının birbirini tutmaması, kısaca münafıklık.

- Tefekkürün kaçışı. Düşüncenin akıldan çıkıp gitmesi. Bir nevi delirmek olarak nitelendirilebilir. Ancak bu delirmek farklı şekillerde olabilir. Düşünmekten kapasitesini aşması sonucu kafayı yemiş olabilir bir insan. Veya bu dünyanın zevkleriyle, kendi nefsini tatmin etmekle o kadar meşguldür ki insanın beyni, insanlığını, niye yaşadığını unutmuştur.

- Sırrın kaçışı. Hayatın sırrını ıskalayıp kaçırma, hayatı anlamsız ve amaçsız yaşama ve hatta böylece dünyayı gittikçe yaşanacak bir yer olmaktan uzaklaştırma, yani belki de bir anlamda sırrın dünyadan kaçması.

- Hak emre uymanın galeyanı. Allah'ın verdiği emirlere uymanın, bir nevi dünyaya geliş amacını yerine getirmiş olmanın verdiği coşku.

- Sâlih amelin galeyanı. Dünyada iyi iş yapmış olmanın, yaptığın işlerin başkalarının mutluluğunu sağladığını görmenin verdiği coşku.

- Tefekkürün galeyanı. Düşünmenin, düşünerek bir şeyler yapmanın, amaçsız ve anlamsız hareketlerden uzaklaşmanın, hatta böylece yaptıklarını daha çok kendine ait hissetmenin verdiği coşku.

- Sırrın galeyanı. Bir şeylerin/birçok şeyin gizli olmasının, onu ortaya çıkarmaya çalışmanın, hatta bir süre sonra sadece bu sırrı açığa çıkarmak için yaşamanın ve zaten bu sırrı anlamak için buraya gönderildiğini anlamanın verdiği coşku.

- Akıl, söz ve hareketteki uygunluğun meyvesi. Düşündükleri, söyledikleri, yaptıkları birbirinin tutan, tutarlı insanın hayatta başarılı olması. Hatta sadece bu hayatta değil ahirette de özü sözünü tutmayan insanın başarılı olamayacağı.

- Hak emre uymanın meyvesi. Yaradan'ın, bizi buraya gönderenin, dediklerini yerine getirirsek bize vadettikleri. Yani, Yaşama amacımızı Hak emre uymak olarak belirlediğimiz zaman, bunun karşılığı olarak ahirette gönlümüzce yiyeceğimiz meyveler.

- Sâlih amelin meyvesi. İyi işler yapmanın, insanlık adına hareket etmenin, başkalarına hayatı sevdirmenin gerek maddî, gerekse manevî anlamda getirdikleri.

- Öğüt verici sözün meyvesi. Bilge denebilecek insanlar tarafından söylenmiş anlamlı sözleri değerlendirmenin, muhakeme etmenin, üzerine düşünmenin insana kazandırdıkları.

Bu arada meyve anlamında kullandıklarımın nar olmasının da ayrı bir güzelliği var. Bilirsiniz nar "çarşıda aldım bir tane, eve geldim bin tane" tadında bir meyvedir. Bu yüzden meyve anlamında kullandıklarımı binle de çarpabiliriz.

Ben hangisini kast ettim?

Yukarıda görüldüğü üzere, Nâr-ı Hikmet birçok anlama gelebiliyor.
Ben, siteme adını verirken, bunların belki hepsini birden kast ettim, belki de hiçbirini kast etmedim.
Bunu ancak Allah bilir, zaman da umarım gösterir.