13 Ağustos 2009 Perşembe

Aşka ve Kadınlara Dair*

Fuzûli'den bir beyitle giriş yapmak isterim yazıma. Ne müthiş bir olgunluk bunu yazabilmek: "Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kil u kâl imiş ancak".** İnsanlık tarihi boyunca cevabı bulunamamış şu aşk neyin nesi acaba? Tuna Kiremitçi’nin dediği gibi "neyin kısaltması"? Ama aslına bakarsanız, kısaltma olmasından daha mantıklı aşkın bir uzatma olması. Çünkü aşk, herhangi bir şeyin kısaltması olabilecek kadar küçük değil. Yani aşkı ifade eden daha kapsamlı bir kavram yok dünya üzerinde konuşulan herhangi bir dilde. Bu yüzden kısaltma değil uzatma olabilir ancak aşk. Ancak tümevarım yöntemiyle aşka ulaşılabilir, tümdengelim yöntemiyle değil. Aşk ancak bir şeylerin vardığı sonuç, erişmek istediği amaç, nihai nokta olabilir. İşte bu 'bir şeyler'i Ahmet İnam hocamızın "gönül" dediği girift kavram içerisinde bulabiliriz. Kendi dünyamız, hayatımız, aklımız, kalbimiz gibi bizi oluşturan her şeyin bir bileşimi bu "gönül". İşte bu "gönül"ü ve onu oluşturan kavramların her birini uzatınca, dallandırıp budaklandırınca aşka varıyoruz. Mevlâna'nın şu sözü de ne kadar yerinde durmaktadır burada: "Aşkın yüzlerce neşteri, ruhun damarlarına sokuldu ve oradan gönül adı verilen bir damla aldı". Bu aşk, Mecnun'un Leyla'ya olan aşkı şeklinde olabileceği gibi, ebeveynin evlâda olan aşkı da olabilir, Mevlâna'nın Şems-i Tebrizi'ye olan aşkı da olabilir, Atatürk'ün Türk Milletine olan aşkı da olabilir, günümüz insanının gösterişe, paraya olan aşkı da ne yapabilir? Ola...bilir. Yani aşktan kastımız mutlaka karşı cinsle kurulan gönül ilişkisi değil, hele hele günümüzde ele ayağa düşürülmüş olan tabiri caizse 'magazin aşk' kavramı hiç değil.

Diğer aşk türlerini bir kenara bırakıp bir kıza âşık olmak olarak ele alırsak bile, aşk yine de ulviliğini yitirmiş sayılamaz. Çünkü aşkta önemli olan hedef değil, hedefe kendini ne derece adadığındır. Bu doğrultuda, bu tür aşkın temelinde yalnızca cinselliğin, insanın üreme içgüdüsünün bulunması konusunda -kadınların ikinci sınıf yaratıklar olması konusunda olduğu gibi- Schopenhauer'a katılmıyorum. Ancak, özellikle kadınlar konusunda, haklı olduğu taraflar da yok değil hani. Nietzsche'ye (Konfüçyüs olduğu iddiaları da var) haklı olarak -aynı zamanda büyük paradokslardan biri de olarak- "bu da dahil bütün genellemeler yanlıştır" dedirten nedenden ötürü daima diyemem ama birçok kere, kızlar için "gönül" kavramının içinden aklı, mantığı asgari düzeye indirmemiz gerekebilir. Bunun biyolojik bir temeli var mı yok mu bilmiyorum henüz, ancak büyük olasılıkla sosyolojik, küçük olasılıkla psikolojik olan bir temeli var sanırım. Çünkü daha önce bunu söyleyen insanlara "hadi len!" derdim ama şimdi ben de bu yönde düşünüyorum.

Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Mesela, kendileri hakkında "benden daha iyisini mi bulacak" diye bahsederken, benden daha iyisini bulabiliyorlar :) Birine karşı hissettikleri çok çabuk değişebilir. Yani bir gün birinden etkilenirken, 1-2 hafta sonra başka birinden etkilenebilirler veya en ufak, alakasız bir nedenle vazgeçebilirler. Diyeceksiniz ki bunun akılla, mantıkla ne alakası var. Birine karşı bir şeyler hissetmek tamam akılla ilgisiz bir şey. Ama birine karşı o hisse kapıldıktan sonra, en azından bir süre, o artık düşüncelerine de girmeye başlar. Böylece iş sadece duygu, etkilenme, daha doğrusu dürtü olmaktan çıkar. Hayaller kurmaya başlarsın, boş zamanlarında (sonradan dolu zamanlarında da) onu düşünürsün, onun resimlerine bakarsın falan. Şimdi, bunun belli bir süresi yoktur tabii ki ama birine karşı bir şeyler hissetmeye başladıktan kısa süre sonra -üstelik hiçbir şey olmamış ve hiçbir neden yokken, hatta bazen erkek onu daha da etkilemeye çalışırken- aynı şeyleri başkasına hissetmenin açıklaması olarak, dürtülerine hakim olamamaktan başka bir şey gelmiyor aklıma (abazalığı konum dahiline almıyorum:)). Veya bir insan tam kafana göredir, birlikte olursanız çok iyi anlaşacağınızı düşünüyorsundur mesela, bu durumda hoşuna gitmeyen (ve tabii ilişki için hayati önem arz etmeyen) taraflarını aklın sayesinde görmezden gelirsin. Bunları sürekli gündeme getirip huzursuzluk yaratmak yine dürtüsel davranış şekliyle ilişkilendirilebilir. Bu da aklın asgari düzeyde kullanıldığının bir göstergesidir kanımca. Bu örnek davranışları çoğunlukla kızların yaptığını söylersem kimse bunun yanlış olduğunu iddia etmez sanırım. "Kaçan kovalanır ilkesi", "4s kuralı" gibi erkek muhabbetleri de bunu doğrular. Mesela bu muhabbetlerde sorulabilecek (sorulan) "bir kızın her dediğine evet diyen bir insan niye sevilmez ki", "kızı kendime çekmek için niye kaçmak durumunda olayım" gibi sorular mantıklıdır ama cevapları mantık çerçevesi dahilinde olmayıp kızların dürtülerinde eriyip gitmektedir.

Şunu sorabilirsiniz: İnsan da bir canlı olduğuna göre dürtüleri vardır ve onlara göre hareket etmesi doğal değil midir? İnsanın içinden geldiği gibi hareket etmesinin neresi yanlıştır? Doğru ama, eğer başka insanlara, hatta canlılara, hatta hatta varlıklara zarar verecekse dürtülerin, onu aklınla idare edeceksin. Bu pragmatist bir yaklaşım olarak kabul edilip reddedilebilir. Ancak var oluşumuzun en akılcı ve ulvi nedeninin sevmek olduğu düşünüldüğü zaman, pragmatizmin, yani Türkçesi yararcılığın, insanlık için temel oluşturması gerektiği de fark edilecektir. Asırlar öncesinden bunu görüp ne muhteşem bir dize söylemiş Yunus Emre: Yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü. Bu demek oluyor ki, biz kainattaki bütün varlıkları sevmekle mükellefiz. İnsan olmanın temeli işte burda yatmaktadır. Aşk dışında her neden, insanı yaşama tutundurmak için köklü ve haklı bir gerekçe olmaktan uzaktır. Seversek yaşayabilir, seversek hayattan tat alabilir, seversek vadedilen cennete erişebilir, seversek neden yaratıldığımızı kavrayabilir, en önemlisi seversek insan olduğumuzu hissedebiliriz. Bu sevgi çerçevesinde de bütün varlıkları severek, hekimliğin "primum non nocere (önce zarar verme)" ilkesinin kapsamını da elimizden geldiğince genişletmemiz yerinde olacaktır. Bu bağlamda, eğer aklımızla idare edebileceğimiz dürtülerimiz ve duygularımız, hiçbir suçu olmayan (kimseye bir zarar vermemiş) bir masuma zarar veriyorsa, insanlık adına bir suç işlemiş addedilmeliyiz. Yani bir gün biriyle yakınlaşırken, hiçbir nedensiz başka birine meyleden bir kız da -elemanın duygularıyla oynadığı için- dünyaya hâkim olma dürtüsü doğrultusunda insanlığı katleden Yahudiler kadar olmasa da insanlık suçlusudur.

Aşkın da, insanoğlunun var oluşuyla birlikte evrenin en büyük sırrı oluşu tesadüf müdür? Bence değildir. İnsanoğlunu doğduğundan beri meşgul etmiş olan bu iki büyük sırrın birbiriyle ilişkisiz olması olasılığı çok düşük. Çünkü cevapları birbirlerinde yattığı için böyle sırrolmaya devam edecekler gibi görünüyor. İnsanoğlunun var oluş nedeni aşk olduğu gibi, aşkın da kaynağı insana dayanır. Yenişehirli Avni'nin şu beyiti de bu konudan bahsederken değinmeden geçemeyeceğim kadar harikulâde bir şaheserdir: "Sanman taleb-i devlet u câh etmeye geldik / Biz âleme bir yar için âh etmeye geldik".*** İnsan olmasaydı aşk olmayacaktı, aşk olmasaydı da insan, insanlığının içini dolduramaz, bir hayvan gibi, bir bitki gibi yaşardı. Yine Mevlâna der ki: “Sevgi ve merhamet insanlığın, hiddet ve şehvetse hayvanlığın vasıflarıdır”. Peki o şekilde yaşayan insan yok mu? Olmaz olur mu, sürüyle. Zaten insanların çoğu sevmenin farkında olsalardı, insanlık sürekli savaşlarla, mücadelelerle, çıkar çatışmalarıyla uğraşmazdı. Bir sosyal mesajla yazımı noktalayayım dedim :) Bir faydası olmayacak belki ama yine de daha yazacak çok şey var. Ne demiş büyük üstad Fuzûli: "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil"

*yazımın başlığı özgün olmayıp, Arthur Schopenhauer'in biri kadınlar, diğeri aşkla ilgili iki makalesinin Türkçe çevirisinin yer aldığı kitabın ismidir
**dünyada ne varsa hepsi aşk imiş. ilim kuru bir laftan ibaretmiş ancak.
***makam ve kudret hevesiyle dünyaya bunlar için geldiğimizi zannetmeyin. buraya bir sevgilinin derdini çekmeye geldik.