9 Şubat 2011 Çarşamba

Mevzubahis İstanbul'sa Gerisi Teferruattır

Ah İstanbul. Bir dönem cihana hükmeden İstanbul. Her şeyi kirleten şu dünyada pisliklerin ayyuka çıktığı ama buna rağmen hâlâ yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri olan İstanbul.

Bu şiirimi İstanbul'a yazdım. Aslında böyle bir fikir yoktu aklımda ama İstanbul konulu bir şiir yarışması görünce yazmak istedim. Mayıs 2010 tarihindeydi yarışma ve "Divan Edebiyatını Sevdiren Adam" İskender Pala da jürideydi. O zamanlar hayranı olduğum için fırsatı kaçırmadım. Ama sonra gelen şiirleri muhtemelen okumaya bile tenezzül etmeyip, "ilk 3'e girmeye değecek şiir bulamadık" şeklinde rezilce bir açıklama yaptılar.

Neyse... Bu şiir aruz vezniyle yazıldı. Zaten okuyunca o ahenkten, tınıdan anlarsınız aruzla yazıldığını. Yazımı en kullanışlı olan ve "İstiklâl Marşı"nda, "Çanakkale Şehitleri"nde Mehmet Akif'in de kullanmış olduğu feilâtün / feilâtün / feilâtün / feilün ölçüsünü kullandım. Bu kalıpta istenirse ilk tef'ile fâilâtün, son tef'ile fa'lün olarak da kullanılabilir.

Bu artık divan edebiyatımıza kazandırılmış yeni bir murabba şekil itibariyle, son bölümü saymazsak. Son bölümü de hem adımı kullanmak, hem de her kıtayı birine ithaf ettiğim üstadların, hangi şiirlerinden alıntı yaptığımı vurgulamak için yazdım.

MURABBA-YI ŞEHR-İ SİTANBUL (EN YÜCE ŞEHİR)

Sensin ey şehr-i Sitanbul sevilen en yüce yâr

Sana yetmiş iki millet dahi olmaz ağyar

Her kavim bülbül-i şeydâ ve sen eşsiz gülzar

Bir yanın zevk ü safâ, başka yanın âh u zâr


Sensin ey şehr-i Sitanbul görülen en yüce renk

Medeniyyet dediğin sende muazzam bir ahenk

Sana can vermek için canları almış nice cenk

Seni bir kez okumak, târihi hatmetmeye denk


Sensin ey şehr-i Sitanbul duyulan en yüce ses

Cana bir tatlı huzur sende çalan saz, nota, es

Önce senden ilham alıp neye üflendi nefes

Surlarından öte yol yok, asuman sanki kafes


Sensin ey şehr-i Sitanbul yaşanan en yüce an

Senin uğrunda kul olmuş sayısız han, hanedan

Sendedir her ne var âlemde olunmuş hayran

Ne talihsiz bir anından dahi yoksun devran


Sensin ey şehr-i Sitanbul varılan en yüce yer

Reva Âraf’ta değil sende görülsün mahşer

Sen bütün âleme tek başşehir olsan da değer

Susma! Dâvûd gibi sal nağmeyi yansın kalpler


Sensin ey şehr-i Sitanbul anılan en yüce ad

Sohbet-i noksan olur etmese kalpler seni yâd

Dinle neyden, seni söyler de eder ruhları şad

Lalezarsın ki olur mest ü harap, esti mi bad


Sensin ey şehr-i Sitanbul bilinen en yüce sır

Sana gark olmayan insan yaşamış kör ve sağır

İlmin esrar, sanatın nâr ki bin umman yakılır

Beden âteş kesilir geçse fakat ruh yıkanır


Sensin ey şehr-i Sitanbul bakılan en yüce mah

İklimin aşk diken kalbe bir âlim cerrah

Sana bilmem ne füsûn etti Cenâb-ı Allah

Kaybolur sende, gönül keşfine çıkmış seyyah


Sensin ey şehr-i Sitanbul sevilen en yüce yâr

Sana “yetmiş iki millet dahi” olmaz ağyar

Sensin ey şehr-i Sitanbul görülen en yüce renk

“Medeniyyet dediğin” sende muazzam bir ahenk

Sensin ey şehr-i Sitanbul duyulan en yüce ses

Cana “bir tatlı huzur” sende çalan saz, nota, es

Sensin ey şehr-i Sitanbul yaşanan en yüce an

Sendedir “her ne var âlemde” olunmuş hayran

Sensin ey şehr-i Sitanbul varılan en yüce yer

Susma! “Dâvûd gibi sal” nağmeyi yansın kalpler

Sensin ey şehr-i Sitanbul anılan en yüce ad

“Dinle neyden”, seni söyler de eder ruhları şad

Sensin ey şehr-i Sitanbul bilinen en yüce sır

Beden “âteş kesilir geçse” fakat ruh yıkanır

Sensin ey şehr-i Sitanbul bakılan en yüce mah

Sana “bilmem ne füsûn etti” Cenâb-ı Allah

Sensin ey “şehr-i Sitanbul” lafı bitmez. Lakelâm!

Bir Oğuzhan kulum, üstadlara hürmetle selâm...


Şiirin iki ismi var, biri diğerinin anlamı değil yani. Şimdi alıntı yaptığım şiirleri yazarsam çok uzar, son bölümde tırnak içinde olanlar alıntı işte. Sonradan eklenen son beyitteki de dahil. Merak eden 'google'lasın :)
Ama hangi kıtayı hangi üstada ithaf ettiğimi yazayım. Bunların belli bir sıralaması yok tabii ki, ne haddime.
1- Yunus Emre. 2- Mehmet Akif Ersoy. 3- Münir Nurettin Selçuk. 4- Fuzûlî. 5- Bâkî. 6- Mevlâna. 7- II. Selim. 8- Yavuz Sultan Selim. Son bölüm- Nedim.

Birkaç tane de sözlük anlamı vereyim.
Ağyar: yabancılar, gayrılar, el.
Reva: yakışır, uygun.
Bad: rüzgâr
Umman: deniz
Mah: ay
Lakelâm!: Söz bitti, söylenecek söz kalmadı.

Bir 'Cinas Sanatı' Eseri

1 yıl kadar önce yazmıştım bu şiiri de aslında ama cinasta kullanmak istediğim birkaç kelime daha var diye yazmıyordum. Baktım en son beyiti yazalı 1 yıl geçmiş, artık daha başka eklemeyeyim dedim. Onları da "Cinas-ı Aşk 2" diye bi devam şiirinde kullanırım belki :)

Bu şiir de "Alaimisema-i Aşk" gibi 14'lük hece ölçüsüyle yazıldı. Bir de beyitleri sıraya koyayım dedim ama her biri birbirinden bağımsız olduğu için beceremedim pek. Baştansavma bir sıra oldu yani, her an değiştirebilirim sıralarını.

CİNAS-I AŞK

Ey yar alev gözlerin can özüme düşünce
Kül oldu beynimdeki senden gayrı düşünce

Ah seni nazardan koruyan bir bend olsaydım
Gül sineni açınca koynuna ben dolsaydım

Zülfünle girdap olur ruhuma bâd-ı saba
Lakin kırılmaz neyim, üfler makam-ı saba

Aşka düşse deva-i mevt aramazdı Lokman
Doymaz o doyulmaz dem, her hücrem birer lokma'n

Zarafetine zeval verir öpüp dokunmak
Sana lâyık ömrüme nakış nakış dokunmak

Sen canıma doldukça doğan her bir gün eşsiz
Sensiz asuman siyah, sanki dünya güneşsiz

Ey melekler böyle güzelliğe canlar serin
O nâr-ı güzelle yandım ki cehennem serin

Sen aşkımın meddahı, gözümdeki fer sahne
Bir derin hikaye ki metre nedir fersah ne

Sanma ki gönlüm aşkının şerbetine kanar
Bir an unutsun seni ilânihaye kanar

Gel sultanım gönlümü kendine divan eyle
Bir olsun ruhun bendeki ruh-u divaneyle

Böylesi bir muammayı çözemez bir dahi
Varsan sonsuzum, yoksan etmiyorum 'bir' dahi

Gecem ışısın diye nurunla dolmakta mah
Bir nur ki güneş varken onunla dolmak tamah

Bahr-i aşktan geçtim de kendimi damla saydım
Ab-ı ruyuna sızıp gönlüne damlasaydım

Kıyamet kopsa, yer yarılsa, savrulsa dağlar
İşte o vakit vuslatımız yaramı dağlar

Mest olurum bana yürekten bir kerecik gül
Her gülüşün gönül bahçeme ebedî bir gül

Böyle bir aşkın nihayeti olamaz ölüm
Sana atan kalbiyle toprağa girer ölü'm

Kaç âşığın ruhsuz cismi vardır o gamze'de
Ruhumsa o gamzenin hayaliyle gamzede

Zaman ki bir zamanlar devalara şah idi
Tükendi, bir Allah kaldı derdimin şahidi

Mizan dengede olsa ve seni sevmek günah
Zannetme ki yandım diye ederim bir gün ah

Yaktıkça cezbeder ruhunu muhasır hâle
Nura varmadan daha geldim perişan hâle

Göz görmeden evvel de gönlümde hayal idin
Namütenahi vuslatımızdır hayal-i din

Gönül hazineme kan düştü, heyhat, taştı lal
Lali tattı aşk diye nalan dilim oldu lal

Kudret-i aşkın tevhit eder garp ile şark'ı
Seni bestekâr eyler, beni hazin bir şarkı

Her an aşktan ölüp de aşkla doğan ne garip
Derdinle değil cihan mahşerim bile garip

Bülbül olsam da bulsam gülbergden bir hazine
Deva olmaz dilimdeki figan-ı hazine

Ziyanı yok herkes ölsün, hatta öl sen bile
Çünkü ruhen bendesin bedenen ölsen bile

Sen ki yeryüzündeki bir suretisin Hakk'ın
En mutlu rüyalara nail olmaktır hakkın

Şimdi burada bazı açıklamalar yapmam gerekiyor. Bana kalsa her bir beyit için paragraf yazarım ama okura bırakmak gerek tabi. Birkaç temel açıklama yapayım sadece.
3. beyit Bâd-ı saba: sabah rüzgarı. Makam-ı saba: saba makamı
4. beyit Deva-i mevt: ölüme çare. Dem: hem ağız, hem de zaman dilimi olan 'an' anlamında.
12. beyit Mah: ay. Tamah: açgözlülük.
13. beyit Ab-ı ru(y): Yüz suyu. İlk dize de çift anlamlı bu beyitte, şöyle ki: birincisi, aşkın denizinden bile geçtim ama mütevazılığımdan dolayı senin aşkına karşı kendimi damla saydım. ikincisi, aşk denizinden geçip de onun enginliğinin farkına varınca kendimi sadece bir damla sayabileceğimi gördüm.
19. beyit Mizan: öbür dünyada günahlarımızın ve sevaplarımızın tartılacağı terazi.
20. beyit Muhasır: çeviren, kuşatan, saran.
21. beyit Namütenahi: uçsuz bucaksız. Hayal-i din: dinin hayali. Yani, din aslında aşka ulaşmak için vardır ve böylece ucu bucağı olmayan bir vuslat yaşatmak ister bize, anlamında.
22. beyit "Lal" burda 3 anlamda kullanıldı. İlkinde değerli bir taş, ikincisinde bir şarap çeşidi, üçüncüsünde ise dilsiz. Birinciyle ikinci aslında bağlantılı birbirine, hazinede değerli taş olur tabii ki ama aslında taşan ve dili lal eden şarap olandır.
24. beyit Garip kelimesinin 2 anlamda kullanıldığı zaten görülüyor. Yalnız anlamında ve ilginç anlamında. Ancak bu beyitin özelliği, garip kelimesinin iki anlamından herhangi birinin herhangi bir dizeye verilebilmesi.
25. beyit Gülberg: gül yaprağı. Figan-ı hazin: hazin çığlık. "Dil" kelimesi burda bildiğimiz dil anlamında görünmekle birlikte eski dilde de dil, gönül demektir.

Aşka ve Erkeklere De Dair

1,5-2 yıl olmuş buraya yazmayalı. Biliyorum şimdi sırası değil yazmaya başlamanın ama yazılarımı tekrar bir okuyunca dayanamadım.

İskender Pala hakkında görüşlerim 180 derece değişmiş olsa da aşk konusundaki görüşlerim pek değişmedi. Yalnız şu var, eskiden anlatmaya çalışırdım ama artık benim kast ettiğim aşkı insanlar anlayamadığı için, onların aşk dediklerine de aşk deyip ayrımı kendi içimde yapıyorum. Nasıl olsa hiçbirimiz aşka ulaşamadan ayrılacağız sevgililerimizden, günümüzde ilişkiler böyle yürüyor ve bu gerçeği kabullenmek gerek.

Son yazımı da bir kazık yedikten sonra yazdığım çok belli oluyor değil mi :) Çok da umursadığım bir mevzu değildi ama bunları düşünmeye sevk etmişti işte. Kadınlar konusunda söylediklerimin arkasındayım hâlen ama erkekler hakkında hiçbir şey yazmamışım, sanki çok sağlam pabuçlarmış gibi. İlişkiler konusunda suçu sadece kadınlara atmak elbette ki çok acımasızca olur. Erkek de karşı tarafın duygularıyla oynayabilir, bir gün birine bir gün öbürüne yazılabilir tabii. Ama erkeğin dürtüleri daha çok biyolojik (hormonsal) temellidir. Erkek eğer “one night stand” tarzı ilişkiler yaşamayı düşünmüyorsa, dürtülerini bastırabilir. Ve bastırması da kadınlara göre daha kolaydır, çünkü daha mantıklıdır erkek genellikle.

Gelgelelim günümüz koşullarının yarattığı -'sürekli özendiğimiz Batı' kökenli- benmerkezci dünyada, sevdiği için dürtülerini bastıran erkek de kadın da ender bulunuyor. Sonuç olarak suçu sadece birinin üzerine yıkmamak gerek.

Daha ayrıntılı bir yazı yazmak isterdim ama hiç uğraşamam şimdi ve daha bir süre. Siteye girenler kadınları karaladığımı düşünmesin diye yazdım bunu :)

13 Ağustos 2009 Perşembe

Aşka ve Kadınlara Dair*

Fuzûli'den bir beyitle giriş yapmak isterim yazıma. Ne müthiş bir olgunluk bunu yazabilmek: "Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kil u kâl imiş ancak".** İnsanlık tarihi boyunca cevabı bulunamamış şu aşk neyin nesi acaba? Tuna Kiremitçi’nin dediği gibi "neyin kısaltması"? Ama aslına bakarsanız, kısaltma olmasından daha mantıklı aşkın bir uzatma olması. Çünkü aşk, herhangi bir şeyin kısaltması olabilecek kadar küçük değil. Yani aşkı ifade eden daha kapsamlı bir kavram yok dünya üzerinde konuşulan herhangi bir dilde. Bu yüzden kısaltma değil uzatma olabilir ancak aşk. Ancak tümevarım yöntemiyle aşka ulaşılabilir, tümdengelim yöntemiyle değil. Aşk ancak bir şeylerin vardığı sonuç, erişmek istediği amaç, nihai nokta olabilir. İşte bu 'bir şeyler'i Ahmet İnam hocamızın "gönül" dediği girift kavram içerisinde bulabiliriz. Kendi dünyamız, hayatımız, aklımız, kalbimiz gibi bizi oluşturan her şeyin bir bileşimi bu "gönül". İşte bu "gönül"ü ve onu oluşturan kavramların her birini uzatınca, dallandırıp budaklandırınca aşka varıyoruz. Mevlâna'nın şu sözü de ne kadar yerinde durmaktadır burada: "Aşkın yüzlerce neşteri, ruhun damarlarına sokuldu ve oradan gönül adı verilen bir damla aldı". Bu aşk, Mecnun'un Leyla'ya olan aşkı şeklinde olabileceği gibi, ebeveynin evlâda olan aşkı da olabilir, Mevlâna'nın Şems-i Tebrizi'ye olan aşkı da olabilir, Atatürk'ün Türk Milletine olan aşkı da olabilir, günümüz insanının gösterişe, paraya olan aşkı da ne yapabilir? Ola...bilir. Yani aşktan kastımız mutlaka karşı cinsle kurulan gönül ilişkisi değil, hele hele günümüzde ele ayağa düşürülmüş olan tabiri caizse 'magazin aşk' kavramı hiç değil.

Diğer aşk türlerini bir kenara bırakıp bir kıza âşık olmak olarak ele alırsak bile, aşk yine de ulviliğini yitirmiş sayılamaz. Çünkü aşkta önemli olan hedef değil, hedefe kendini ne derece adadığındır. Bu doğrultuda, bu tür aşkın temelinde yalnızca cinselliğin, insanın üreme içgüdüsünün bulunması konusunda -kadınların ikinci sınıf yaratıklar olması konusunda olduğu gibi- Schopenhauer'a katılmıyorum. Ancak, özellikle kadınlar konusunda, haklı olduğu taraflar da yok değil hani. Nietzsche'ye (Konfüçyüs olduğu iddiaları da var) haklı olarak -aynı zamanda büyük paradokslardan biri de olarak- "bu da dahil bütün genellemeler yanlıştır" dedirten nedenden ötürü daima diyemem ama birçok kere, kızlar için "gönül" kavramının içinden aklı, mantığı asgari düzeye indirmemiz gerekebilir. Bunun biyolojik bir temeli var mı yok mu bilmiyorum henüz, ancak büyük olasılıkla sosyolojik, küçük olasılıkla psikolojik olan bir temeli var sanırım. Çünkü daha önce bunu söyleyen insanlara "hadi len!" derdim ama şimdi ben de bu yönde düşünüyorum.

Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Mesela, kendileri hakkında "benden daha iyisini mi bulacak" diye bahsederken, benden daha iyisini bulabiliyorlar :) Birine karşı hissettikleri çok çabuk değişebilir. Yani bir gün birinden etkilenirken, 1-2 hafta sonra başka birinden etkilenebilirler veya en ufak, alakasız bir nedenle vazgeçebilirler. Diyeceksiniz ki bunun akılla, mantıkla ne alakası var. Birine karşı bir şeyler hissetmek tamam akılla ilgisiz bir şey. Ama birine karşı o hisse kapıldıktan sonra, en azından bir süre, o artık düşüncelerine de girmeye başlar. Böylece iş sadece duygu, etkilenme, daha doğrusu dürtü olmaktan çıkar. Hayaller kurmaya başlarsın, boş zamanlarında (sonradan dolu zamanlarında da) onu düşünürsün, onun resimlerine bakarsın falan. Şimdi, bunun belli bir süresi yoktur tabii ki ama birine karşı bir şeyler hissetmeye başladıktan kısa süre sonra -üstelik hiçbir şey olmamış ve hiçbir neden yokken, hatta bazen erkek onu daha da etkilemeye çalışırken- aynı şeyleri başkasına hissetmenin açıklaması olarak, dürtülerine hakim olamamaktan başka bir şey gelmiyor aklıma (abazalığı konum dahiline almıyorum:)). Veya bir insan tam kafana göredir, birlikte olursanız çok iyi anlaşacağınızı düşünüyorsundur mesela, bu durumda hoşuna gitmeyen (ve tabii ilişki için hayati önem arz etmeyen) taraflarını aklın sayesinde görmezden gelirsin. Bunları sürekli gündeme getirip huzursuzluk yaratmak yine dürtüsel davranış şekliyle ilişkilendirilebilir. Bu da aklın asgari düzeyde kullanıldığının bir göstergesidir kanımca. Bu örnek davranışları çoğunlukla kızların yaptığını söylersem kimse bunun yanlış olduğunu iddia etmez sanırım. "Kaçan kovalanır ilkesi", "4s kuralı" gibi erkek muhabbetleri de bunu doğrular. Mesela bu muhabbetlerde sorulabilecek (sorulan) "bir kızın her dediğine evet diyen bir insan niye sevilmez ki", "kızı kendime çekmek için niye kaçmak durumunda olayım" gibi sorular mantıklıdır ama cevapları mantık çerçevesi dahilinde olmayıp kızların dürtülerinde eriyip gitmektedir.

Şunu sorabilirsiniz: İnsan da bir canlı olduğuna göre dürtüleri vardır ve onlara göre hareket etmesi doğal değil midir? İnsanın içinden geldiği gibi hareket etmesinin neresi yanlıştır? Doğru ama, eğer başka insanlara, hatta canlılara, hatta hatta varlıklara zarar verecekse dürtülerin, onu aklınla idare edeceksin. Bu pragmatist bir yaklaşım olarak kabul edilip reddedilebilir. Ancak var oluşumuzun en akılcı ve ulvi nedeninin sevmek olduğu düşünüldüğü zaman, pragmatizmin, yani Türkçesi yararcılığın, insanlık için temel oluşturması gerektiği de fark edilecektir. Asırlar öncesinden bunu görüp ne muhteşem bir dize söylemiş Yunus Emre: Yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü. Bu demek oluyor ki, biz kainattaki bütün varlıkları sevmekle mükellefiz. İnsan olmanın temeli işte burda yatmaktadır. Aşk dışında her neden, insanı yaşama tutundurmak için köklü ve haklı bir gerekçe olmaktan uzaktır. Seversek yaşayabilir, seversek hayattan tat alabilir, seversek vadedilen cennete erişebilir, seversek neden yaratıldığımızı kavrayabilir, en önemlisi seversek insan olduğumuzu hissedebiliriz. Bu sevgi çerçevesinde de bütün varlıkları severek, hekimliğin "primum non nocere (önce zarar verme)" ilkesinin kapsamını da elimizden geldiğince genişletmemiz yerinde olacaktır. Bu bağlamda, eğer aklımızla idare edebileceğimiz dürtülerimiz ve duygularımız, hiçbir suçu olmayan (kimseye bir zarar vermemiş) bir masuma zarar veriyorsa, insanlık adına bir suç işlemiş addedilmeliyiz. Yani bir gün biriyle yakınlaşırken, hiçbir nedensiz başka birine meyleden bir kız da -elemanın duygularıyla oynadığı için- dünyaya hâkim olma dürtüsü doğrultusunda insanlığı katleden Yahudiler kadar olmasa da insanlık suçlusudur.

Aşkın da, insanoğlunun var oluşuyla birlikte evrenin en büyük sırrı oluşu tesadüf müdür? Bence değildir. İnsanoğlunu doğduğundan beri meşgul etmiş olan bu iki büyük sırrın birbiriyle ilişkisiz olması olasılığı çok düşük. Çünkü cevapları birbirlerinde yattığı için böyle sırrolmaya devam edecekler gibi görünüyor. İnsanoğlunun var oluş nedeni aşk olduğu gibi, aşkın da kaynağı insana dayanır. Yenişehirli Avni'nin şu beyiti de bu konudan bahsederken değinmeden geçemeyeceğim kadar harikulâde bir şaheserdir: "Sanman taleb-i devlet u câh etmeye geldik / Biz âleme bir yar için âh etmeye geldik".*** İnsan olmasaydı aşk olmayacaktı, aşk olmasaydı da insan, insanlığının içini dolduramaz, bir hayvan gibi, bir bitki gibi yaşardı. Yine Mevlâna der ki: “Sevgi ve merhamet insanlığın, hiddet ve şehvetse hayvanlığın vasıflarıdır”. Peki o şekilde yaşayan insan yok mu? Olmaz olur mu, sürüyle. Zaten insanların çoğu sevmenin farkında olsalardı, insanlık sürekli savaşlarla, mücadelelerle, çıkar çatışmalarıyla uğraşmazdı. Bir sosyal mesajla yazımı noktalayayım dedim :) Bir faydası olmayacak belki ama yine de daha yazacak çok şey var. Ne demiş büyük üstad Fuzûli: "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil"

*yazımın başlığı özgün olmayıp, Arthur Schopenhauer'in biri kadınlar, diğeri aşkla ilgili iki makalesinin Türkçe çevirisinin yer aldığı kitabın ismidir
**dünyada ne varsa hepsi aşk imiş. ilim kuru bir laftan ibaretmiş ancak.
***makam ve kudret hevesiyle dünyaya bunlar için geldiğimizi zannetmeyin. buraya bir sevgilinin derdini çekmeye geldik.

19 Mayıs 2009 Salı

Aşkın Gökkuşağı

Sürekli takıldığım kafelerden birinde oturmuş yemek beklerken yine aşk ve şiir üzerine düşünceler içerisindeydim. Karşımdaki eski moda takvim 20 Ocak 2009 tarihini işaret etmekteydi. Daha önce aklıma gelmiş olan 2 dizelik bir beyiti dörtlük hâline getirmeyi başarmıştım. Dörtlüğün ilk kelimesi "beyaz"dı ve bunu fark edince şiirimin konseptini renkler üzerine temellendirmek istedim.

Renkler denince de akla gelen ilk şeylerden biri tabii ki gökkuşağıdır. O anda renklerin hepsini sayamadım kendime ve akşam internetten gökkuşağının renklerine baktım. İnternet ansiklopedisi Vikipedi'de şu şekilde sıralanıyordu renkler: Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, turkuaz, mavi ve mor. Diğer bazı sitelere de baktım turkuaz yerine birçoğu laciverti sayıyordu. Ama turkuaz benim daha çok işime geldi ve Vikipedi de kaynak olarak gösterilebilecek bir yerdi. Ondan sonra her kıtada gökkuşağının renklerini işleyen bir şiir yazdım. Şiirin adı doğal olarak "aşkın gökkuşağı" olacaktı ama gökkuşağının eski dildeki karşılığı olan alaimisema kelimesini tercih ettim.

ALAİMİSEMA-İ AŞK

Bembeyaz karlarla örtülmüş garîp şehirde
Eriyor bütün benliğim sensizlikten heyhat
Ve bu eriyiğin aktığı coşkun nehirde
Süzülüyor bir kar tanesi gibi hatırat

Rengi neydi bilmem hiç görmedim gözlerini
Ne fark eder ki bir bakışın yakmışken beni
Bir kırmızı gül için ağlar ya bülbül hani
Ondan bin beterdir gönlümün ettiği feryat

Senin için yaşadım ömrümü ah nazenin
Güneşin en turuncu hâlince yakar tenin
Dokunursam büyüsü bozulur ellerinin
Efsun-u aşkını bozmaya değmez bu hayat

Güzel söz duymasa da gönlümün kulakları
Sevdim bana can üfleyen zarif dudakları
Hayat ağacımın düşen sarı yaprakları
Örter üstünü sen kalbimde endişesiz yat

Yeşil bir cennet vadediyor adeta kokun
O ki senin ciğerimi delip geçen okun
Sen yalnız seni kokla, seni gör, sana dokun
Ki incitemesin seni hiçbir dünyevî tat

Denizin bittiği turkuaz ufuklar gibi
Nihayeti olmayan aşkın sensin sahibi
Eğer yerim olacaksa cehennemin dibi
Yanma diye her hücreme dilerim şefaat

Saçların bir ırmak gibi gönlüme döküldü
Ve yedi katlı mavi gök ip gibi söküldü
Senden ördüğüm aşkta bu yalnız bir püsküldü
Gök yerine seninle dolsun diye kainat

Derinden özümü yakarken içimdeki kor
Bedenim kanı çekilmiş gibi soğuk ve mor
Aşkının yükünü taşımak ölümden de zor
Kalmadı bende ölmemek isteyecek takat

Simsiyah gölgen bile ilâhî güzellikte
Tanrı kendine şaşmıştır, ne yaman bir sanat
Son bir nefesle aşılacak en son eşikte
Yeniden başlayacak gönlümdeki saltanat

Son dörtlükte Hüseyin Nihal Atsız'ın Geri Gelen Mektup adlı şiirinde geçen "Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur" dizesinden esinlenerek Tanrı'yı kullanmış olsam da, bu şiirde de İskender Pala üstadın etkileri açıkça görülüyor. Mesela turuncu kıtanın son iki dizesi. Yani öyle bir aşk ki bu, sevgilinin güzelliğini bozmak korkusuyla dokunmaya kıyılamıyor. Benzer anlam yeşil kıtanın son iki dizesinde de var. Bu dünyayla ilgili hiçbir şeyin sevgiliye lâyık olamayacağı da vurgulanmış.

Bu arada son dize ilk yazdığımda "Seni göreceğim ve arkanda bir çift kanat" şeklindeydi ama birkaç arkadaşımdan o dizeyle ilgili olumsuz eleştiri alınca değiştirdim. Hem şekil hem anlam olarak ben de yeni hâlini daha güzel buldum şahsen.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Şiirsel bir söz sanatı

İstanbul'daki Salvador Dali ziyareti ve ziyafetiyle ve de dostlarımla hasret gidermekle vakit geçirdikten sonra, 18 Ocak 2009 gecesi 00:00 saatinde kalkan İstanbul-Ankara otobüsündeydim. Elimde yine Kitâb-ı Aşk ve beynim yine hayaller üretip üzerine aşk etiketini basan bir fabrika. İnsan, otobüs yolculuklarında olduğu gibi, bir şeyler yapmaya imkan bulamadığı zaman daha çok düşünüyor, dolayısıyla daha yaratıcı olabiliyor. Orda aklıma "aşk" kelimesini akrostiş olarak kullanarak aşkı anlatan bir şiir yazma fikri geldi. Birkaç şey karaladım. Cık, beğenmedim. Sonra 3 dize olması hoşuma gitmedi kafiye açısından, çift sayı olsun diye "aşık" kelimesini kullanayım bari dedim ve yazdım.

DİVANVARİ AKROSTİŞ

Ateş-i hicranın içimi kavurmaz sanma
Şem'ane yakar sana aşıkları ol ateş
Irak olmazdı gözlerine gözlerim amma
Kör etmese hicâb-ı didardan dahi güneş

Bu dörtlükle birlikte artık İskender Pala'nın kitabının ne kadar etkisinde kaldığım gün ışığına çıkmış oldu sanırım. Yalnız son dizesinde otobüsten indikten sonra bir Osmanlıca sözlükten yardım aldığımı itiraf etsem umarım ki şiirin değeri azalmaz. Yardım aldım çünkü ordaki amacım tevriye yapmak, yani bir sözle farklı anlamlar kast etmekti.

Aslında insanın ne aldığı önemli şiirden tabii ki ama hem kullandığım dil ağır olduğu için, hem de insanlar söz sanatlarını çok bilmedikleri için, şimdiye kadar çoğu insan anlamadı son dizedeki tevriyeyi. Ben de boşa gitmesin diye anlamalarını istiyorum ve genelikle anlatıyorum. Tevriyeyi açıklamadan önce kelimelerin anlamlarını yazayım da belki ben anlatmadan anlamak isteyenler olur :) (Şem mum demek bu arada, şem'ane de mum gibi)
Hicâb: 1- perde; 2- utanma,ar; 3- engel
Didar: 1- yüz, güzel yüz, sevgilinin yüzü; 2- görüşme, buluşma

İlk kast ettiğim anlamda hicâb perde, didar da sevgilinin yüzü anlamında kullanıldı. Yani şu demek, sevgilinin yüzü bir güneş ve öyle bir güneş ki yüzünün perdesinden bile kör edecek kadar güçlü ve şiddetli bir nur saçıyor.
İkinci anlamı ise biraz benim kendi kişiliğimle yani çekingenliğimle ama daha çok İskender Pala'nın kitabında geçen, çoğu kez sevgiliyle kavuşma anının bir türlü gelmediği, hatta fırsatı olsa bile aşığın sevdiğiyle karşılaşmaya cesaret edemediği durumlarla alakalı. Bu sefer hicâb utanma, didar ise görüşme, buluşma anlamında kullanıldı. Yani şöyle ki, seninle görüşmek benim için erişilmez bir güneş ve zaten bu görüşmenin, buluşmanın utancından kör olurum ben göremem bile seni.

İşte aşk ve şiir birleşince öyle güzel bir sanat çıkıyor ki ortaya, nasıl anlamak istersen öyle anla ama yine de çok şey ifade ediyor. Kim bilir belki kimler ne anlamlar çıkaracak bu dörtlüğü okurken. Zaten güzelliği de orda aşkın. İnsanın, hatta evrenin en büyük sırrı olmasının altında yatan da bu.

Yandım evet gözlerine yandım

16 Ocak 2009'u bir sonraki güne bağlayan geceydi. Ankara-İstanbul arası 23.30 otobüsünde, bir yandan gideceğim Salvador Dali sergisine ve arkadaşlarımı nasıl ikna edebileceğime dair düşünüyor, bir yandan da Kitâb-ı Aşk'ı okuyordum. Okuduğum kitapla birlikte, aşkla ilgili düşüncelerim de iyice ayyuka çıkmıştı. Kitaptaki divan şiirlerini görünce, anlayınca, adeta artık benim de aşk şiiri yazma zamanım geldiği kanısına kapıldım ve tam bu sırada defterime bir cümle karaladım yarı bilerek, yarı gayriihtiyari: "Yandım evet gözlerine yandım". Sonra bu cümleye baktım uzun uzun, o gözler kimindi, gerçekten beni yakmış mıydı, hangi gözler beni yakabilirdi, aşk gerçekten var mıydı gibi birçok sorgu sual beynimin içinde hızla hareket etmeye başladı. Ve nihayet, bu cümle üzerinden bir şiir yazmaya karar verdim. Çok kullanılan 7'li, 8'li, 14'lü gibi hece ölçülerinin örneklerini çok okumuştum ama bu cümle 10 heceydi. Olsun dedim ve başladım yazmaya, gerçekten de 10'lu gibi değişik bir hece ölçüsüyle şiir yazmak kolay değilmiş. Yine de yaklaşık 2 saat içerisinde 8 kıtadan oluşan ilk aşk şiirimi tamamlamıştım.

GÖZLERİNE YANDIM

Yandım evet gözlerine yandım
Yetmedi söndürmeye gözyaşım
Anlatsın sana musalla taşım
Sussun eşim dostum arkadaşım
Yalnız senin sözlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Aşkın yokluğundan dem vururken
Sen ateşi yaktın ben kururken
Gamzen cayır cayır kavururken
Yüreğimin közlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Yangın sokuluverdi kanıma
Çığlıklar ekledi figanıma
Seni alıp da şöyle yanıma
Yatmadığım dizlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Bu yangınla birlikte seyyahım
Kalmadı ne sevap ne günahım
Son varlığım beyazla siyahım
Renksiz dahi özlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Damarımda dolaşıyor zehrin
İlaç olamaz artık aşk nehrin
Sensiz kahrımı çeken bu şehrin
Yaprak döken güzlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Gönlüm artık dilemiyor aman
Yandı her yanım kalmadı derman
Aşk meydanına indiğim zaman
Zırhına ve gürzlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
Sarmasa da boynumu kolların
Etkisi olmadı boş yılların
Sonu sen olan bütün yolların
Hem eğri hem düzlerine yandım

Yandım evet gözlerine yandım
İşte bu her şeyi başlatan laf
Yüreğim beynimden diliyor af
Geç kalmış olsa da bu itiraf
Yandım evet gözlerine yandım

Bu şiirde ve sonraki aşk şiirlerimde de, böylesine büyük, ölesiye, kendini hiçe sayarcasına bir aşkı anlatmam büyük ölçüde Kitâb-ı Aşk'ın etkisi altında kalmamdan kaynaklanıyor. Şiirimin bazı yerlerinde de, bir şair olarak, Nurullah Genç'in etkisi sezilebilir.

Bu şiirleri yazmaya başladıktan sonra anladım ki, insan hissetmese de yazabilirmiş bunları. Ancak hissetmek istemesi gerekir mi gerekmez mi onu bilemem. Çünkü onu bilmek için hiçbir şey hissetmek istemeden yazmayı denemek gerekir. Ben şahsen böylesi bir aşkı yaşamak istiyorum ve sanırım yaşamak istemeseydim yazamazdım.